Türkiye tarımında yaşanan değişimlerin incelendiği çok değerli bir çalışmada (Çağdaş Tarım Sorunu- Zülküf AYDIN) yapılan saha araştırmaları eşliğinde ulaşılan en temel tespit Türkiye tarımının kapitalist modernite sistemine entegre edildiği, bu entegrasyon sürecinde çok büyük bir ekolojik ve insani yıkımın açığa çıktığıdır. Türkiye Tarımı Dünya Bankası, IMF gibi kurumların güdümünde uygulanan neoliberal tarım politikaları ve kapitalist sistemin yarattığı “tüketim biçimi” aracılığıyla kapitalist sisteme entegre edilmiştir. Tarımdaki bu kapitalistleşme sonucunda Türkiye; kendi halkını besleyemeyen, dışa bağımlı, işsizlik üreten, sağlıklı gıdaya ulaşımın zorlaştığı ve gıda egemenliğini kaybetmekle karşı karşıya kalan bir ülke konumuna gelmiştir. Gıdanın, üretildiği yerellerde tüketilmesi ilkesini benimsemeyen kapitalizm, Mega Marketler, zincir restoranlar için taşımaya, depolanmaya ve bazı hastalıklara dayanıklı, genetiği değiştirilmiş bitkisel ve hayvansal türlerin adil olmayan tüketimini ve dolayısıyla üretimini dayatarak, tarımda hem bir mono kültüre neden olmakta hem de taşıma, depolama, ilaçlama faaliyetleri ile büyük bir ekolojik yıkıma neden olmaktadır. Arjantin’de üretilen bir ürün Türkiye’de paketlenmekte Suudi Arabistan’da tüketicilere pazarlanmaktadır. Tat, aroma, besin değerleri kapitalizmin yarattığı bu tüketim biçiminde gıdalar için önemli özellikler değildir. Önemli olan görünüş, raf ömrü ve karlılıktır. Üretilen gıdalarda eksik olan tat, aroma gibi özellikler dışardan kimyasal katkılar yoluyla eklenmektedir. Bu tüketim biçimi için üretilen gıdaların bolca kimyasal ilaç ve gübreye ihtiyaç duyması nedeniyle, üretimde kullanılan tarımsal ilaçlar, kimyasal gübreler, bitki gelişim düzenleyiciler insana, toprağa ve diğer canlıların üzerine boca edilmektedir. Kapitalizmin “hızlı tüket çok çalış” dayatmasının sonucu olarak fast-food endüstrisi büyütülürken, yüksek protein ve yüksek yağ içerikli hızlı tüketilen gıdalarla toplum başta obezite ve kalp hastalıkları olmak üzere birçok hastalığın pençesine düşürülmüştür. Bunun yanında 2019 yılında 700 milyon kişinin yetersiz beslendiği belirtilmiştir( WHO-FAO). Artık sorun sağlıklı gıdaya erişim sorunu değil, gıdaya erişim sorunu olmaya başlamıştır. Sağlıklı beslenmenin hatta beslenmenin maliyeti uluslararası yoksulluk sınırını aşmış bulunmaktadır. 2008 kriziyle başlayan ve 2020 yılında covid-19 küresel salgınıyla kapitalizmin bir sistem olarak sorgulanması sistemde ağır bir meşruiyet krizi yaratırken, sorunlara çözüm bulma noktasında inandırıcılığını da yitirmesine neden olmuştur. Kapitalist modernitenin topluma savaş, işsizlik, yoksulluk ve ekolojik krizlerden başka vaat edeceği bir şey kalmadığından, bütün tarihi kendisinden ibaret saydığı Tarihin Sonu tezleri de iflas etmiştir. Kapitalist sistemin doğa ve canlılar üzerinde yaratmış olduğu yıkıcı sonuçlar -sermaye yeryüzüne düşmandır- ve krizler gün geçtikçe derinleşirken yarattığı rekabet, yabancılaşma ve parçalanma beraberinde bir tüketim kültürü ortaya çıkarmıştır. Özellikle kapitalizmle geç tanışan ülkelerde-Türkiye özelinde olduğu gibi- neoliberal politikalar sonucunda kamusal alanlara şirketlerin doldurulması ile yaşamın tüm alanlarında çoklu bir krizle karşı karşıyayız. Kamu hizmetlerinin piyasalaştığı, devletin vatandaşı ile tüccar-müşteri ilişkisine girdiği, kamu yararının (sosyal devlet) terkedildiği bir dönemde kooperatiflere, mevcut ekonomik modelin ötesinde toplumsal bir sorumluluk da düşmektedir. Emekçiler, özel mülkiyetin sınırlandırılması ve piyasa ilişkilerine son verilmesi için, rekabetin karşısında dayanışmayı, parçalanmanın ve yabancılaşmanın karşısında katılımcılığı ve eşitlikçi ilişkileri ortaya koyan bir yönetim anlayışıyla kendi sorunlarını bizzat kendi öznellikleri temelinde yeni ve alternatif bir kamusallığın inşasına ihtiyaç duymaktadır. Emekçiler; Neo-liberalizmin ve onun kurumları olan şirket tipi örgütlemelerin, anti demokratik yapıların ürettiği toplumsal hastalıklar, krizler karşısında üretimin-tüketimin demokratikleştirilmesini planlamalıdır. Kapitalizm, emeği güvencesizleştirerek, ekonomik, ekolojik, siyasal krizlerle toplum üzerindeki tahakkümünü günden güne artırmaktadır. Kapitalizmin yaratığı krizler karşısında dayanışmacı örgütler ve alternatif modeller bugün toplumsal alanda daha fazla yer almakta ve gelecek için siyaset üretme noktasında yoğun bir şekilde tartışmaktadırlar. Sorunlar kolektiftir, dolayısıyla çözümler de kolektif olmak zorundadır. Alternatif ekonomiler içerisinde yer alan dayanışma ekonomileri, Komünler, kooperatifler, patronsuz çalışma alanları vb. devlet ve sermaye dışı örgütlenmelere örnek verilebilir. Kapitalist üretim-tüketim ilişkilerine alternatif olan kooperatifçiliğin devletten ve sermayeden bağımsız gelişme potansiyeli emekçi sınıflar içinde örgütlenme modeli olarak önem kazanmaktadır. Emekçiler arasında işbirliğinin geliştirilmesi, ortak duyguların yaratılması, kapitalizmin yaratmış olduğu müşteri-tüccar ilişkisiyle ortaya çıkan topluma yabancılaşmanın ters yüz edilmesi açısından da Kooperatifler/Dayanışma ekonomileri daha fazla tartışılmayı hak ediyor. Kooperatifler demokratik, komünal ilişkilerden oluşmuş bir toplumu inşa etme paradigmasıyla, ayakta kalma stratejileri arayışında da önemli bir alternatif olarak öne çıkıyor. Kapitalist modernitenin saldırılarına tepki olarak ortaya çıkan slow-food hareketi geleneksel sofra kültürünü, sofrada iletişimi ve geleneksel gıdaların tüketilmesini savunarak bu gelişmeye tepki göstermiştir. Gerçekten kapitalizmin yaratmaya çalıştığı bu tüketim biçimi değiştirilmeden Türkiye tarımını ve gıda üretimini sağlıklı koşullarda yapmak söz konusu değildir. Mevcut koşullarda, hakim olan “tüketim biçimi” kapitalizmin istediği bir biçimken tarımsal üretim yapan çiftçi ve köylülerin bunun dışına çıkma olanakları yoktur. Kapitalizmle at başı ilerleyen endüstriyalizm öncesi tarımsal üretimde tüketici ve üretici arasındaki bağlar daha sıkı ve etik değerlerle yoğrulmuş halde idi. Tarımsal üretim aileye, akrabaya, köylülere, yakın çevreye göre yapılmakta, arada bulunan etik değerlere bağlığın sonucu olarak sağlıklı ve kaliteli gıda üretme çabası gösterilmekteydi. Tüketici ve üretici arasındaki bağın koparılması kapitalizmin bu mesafeyi sayısız kar durakları ile doldurması hem üreticilerin hem de tüketicilerin zararına olmuştur. Tüketici ve üretici kavramlarının hem pratikte hem de anlamsal olarak birbirinden bu kadar kopmasına bir eleştiri olarak slow-food hareketi tarafından ortaya atılan “türetici” kavramı tüketici ve üretici arasında kopan bağları tekrar kurmaya, kapitalizmin dayattığı “tükettikçe mutlu olursun” “hızlı tüket” yaklaşımına itiraz olarak doğmuştur. Bu hareket, doğaya zarar vermeden ihtiyaç temelinde tüketmenin ve tüketimden gelen güçle ekolojik bir üretimin olanaklarını arar. Bu anlamıyla türetici sadece tüketmez aynı zamanda kurduğu örgütlenme ağı ile üretime katılır, üretim sürecinin ekolojik ve demokratik olmasına çaba gösterir. Toplumun tüketim kültürü üzerindeki kapitalist saldırı dalgasını, toplumun beslenmesi üzerindeki olası tehlikeleri teşhir eder. Şüphesiz türetici örgütü eski adı ile “tüketici kooperatifleridir”. Türkiye emekçileri açısından bu “tüketim kooperatifleri ”aracılığıyla tüketimden gelen güçlerini kullanma zamanı gelmiştir. Yeterli derecede örgütlenmiş tüketici kooperatifleri olmadan ülkede üretici kooperatiflerinin gelişmesini beklemek büyük bir hayaldir. Farklı bölgelerde alternatif olma iddiası ile kurulan birçok üretim kooperatifinin başarısızlığa uğramasında temel etken bu olmaktadır. Bu amaçlar temelinde tüketici-türetici kooperatifleri, bir topluluk oluşturma felsefesiyle topluluk-destekli tarım yaklaşımlarında önem kazanmıştır. Kitlesel üretim/kitlesel tüketim kültürüne karşı durmak, üretici ve tüketicinin doğrudan ve sürekli biçimde iletişimde olması, tarımsal üretimde oluşan fayda ve zararları paylaşması, alternatif gıda sistemleri yaratarak hem üreticiyi hem de tüketiciyi koruyan bir sistem açığa çıkarmak pekâlâ mümkündür. Aynı zamanda gıdanın yerellik ve kalitesine odaklanarak üretici ve tüketiciyi birbirine yakınlaştırarak doğrudan diyalog ortamının kurulmasıyla güven ilişkisinin gelişmesi ve toplumsal bağların güçlenmesi sağlanabilir. Yine emek mücadelesinde 2022 Şubatında doruğa çıkan Migros Esenyurt Depo emekçilerinin direnişinin zaferle sonuçlanmasında temel etken, emekçilerin direnişi ve toplumun uyguladığı kısmi tüketim boykotudur. Migros depo direnişiyle emekçiler açısından açığa çıkan temel derslerden biri de emekçilerin tüketim süreçlerini örgütlemeleri gerektiğidir. Sendikalar ve kooperatifler emekçilerin dayanışması temellinde bir araya geldiği özgür örgütsel yapılar olmasından ötürü, sendikamız KESK de tüketici-türetici kooperatiflerini tartışmayı ve pratik olarak güçlü olduğu bir iki ilde yaşama geçirmeyi gündemine almalıdır. Yerellerde KESK tarafından yaşamsallaştırılan tüketici-türetici kooperatifleri o bölgelerde ekolojik ve sağlıklı gıda üretiminin motoru olabilir. Köylü ve çiftçilerle kurulacak doğrudan ilişkiyle daha sağlıklı ve ekonomik gıda pazarlama ağlarını oluşturarak gıdaların türeticiye (üyesine) doğrudan ulaşmasını sağlayabilir. Barışçıl, demokratik ve sosyal anlamda adil bir topluluk daha yerel daha az merkezîleşmiş olacaktır. Yaşamın daha basit, daha renkli, daha yerele bağlı ve daha özgür bir dünyada olması umuduyla
Tarım Orkam Sen
Tarım Ekoloji Komisyonu