image

Yeni maden yasası, sermayenin kâr hırsını büyütürken halkın su hakkını, toprağını ve geleceğini gasp eden bir saldırı niteliği taşıyor. Artık yalnızca dağlarımız, ormanlarımız değil; içtiğimiz suyun kaynağı olan dereler, göller ve yeraltı su havzaları da madencilik şirketlerinin insafına bırakılıyor.

 

Oysa su, yalnızca içme ihtiyacımızı karşılayan bir madde değil; tarımsal üretimden iklimin dengelenmesine, yeraltı ekosistemlerinden orman yangınlarının önlenmesine kadar yaşamın bütününü ayakta tutan temel unsur. Dünya yüzeyinin yüzde 70’i suyla kaplı olsa da bunun sadece yüzde 2,5’i tatlı sudur. Kullanılabilir tatlı su miktarı ise toplam suyun yüzde 1’inden bile azdır. Bu nedenle suyun korunması, geleceğin korunması demektir.

 

Su döngüsü; yağış, buharlaşma, yüzey akışı ve yeraltı sularının yenilenmesi süreçleriyle kendi dengesini sürdürür. Ancak madencilik faaliyetleri bu döngüyü bozarak suyun varlığını tehdit eder. Açık ocak işletmeleri toprağın ve bitki örtüsünün yok edilmesine neden olur, yağmur suyunun toprağa süzülmesini engeller. Yeraltı maden kazıları ise akiferlerle maden galerileri arasında bağlantılar oluşturarak yeraltı sularının boşalmasına yol açar.

 

Bu faaliyetler yalnızca su miktarını azaltmakla kalmaz; siyanür, asit maden drenajı ve ağır metallerle suyu zehirler. Arsenik, kurşun, kadmiyum gibi toksik maddeler yüzlerce yıl sürebilecek bir kirlilik yaratır. Kirlenen su, yalnızca insanlar için değil, tarım, hayvancılık ve tüm ekosistem için ölümcül sonuçlar doğurur. Toprakta biriken ağır metaller gıda güvenliğini tehdit eder, sulak alanların yok olması ise iklim dengesini bozar.

 

Bütün bu tahribatın bedelini en çok kır yoksulları, tarım işçileri ve emekçi halk öder. Zengin sermaye grupları kirli suyu arıtabilir, yeni kaynaklar bulabilirken; köylüler ve işçiler suyunu kaybeder, toprağını terk etmek zorunda kalır. Madencilikten elde edilen gelir ise çoğunlukla yerelde kalmaz; şirket kasalarına ve sermaye birikimine akar. Geriye kirlenmiş sular, çorak topraklar ve yoksullaşmış halk kalır.

 

Bu nedenle çözüm, ekolojik ve sosyalist bir bakışla mümkündür. Su havzaları mutlak koruma altına alınmalı, maden faaliyetleri bu alanlardan uzak tutulmalıdır. Suyun yönetimi kamusal ve demokratik mekanizmalarla yürütülmeli; ÇED süreçleri bilim insanları, sendikalar ve köylü örgütleri tarafından bağımsız biçimde denetlenmelidir. Kalkınma politikaları, yalnızca ekonomik büyüme değil, ekosistem bütünlüğü üzerinden şekillendirilmelidir.

 

Yeni yasa ile zeytinlikler, tarım alanları ve ormanlar “kamu yararı” bahanesiyle yok edilebilecek, su havzaları madencilik projelerinin içine alınacak, ÇED süreçleri baypas edilerek şirketlere sınırsız izin verilecektir. Bu ise suyun kirlenmesi, yeraltı su seviyelerinin düşmesi, kuraklık riskinin artması ve gıda güvenliğinin tehlikeye girmesi anlamına gelir.

 

Kapitalist sistem, suyu bir yaşam hakkı değil; kâr aracı olarak görür. Madencilikten elde edilen milyarlar halka temiz su olarak dönmez, faturası yoksula kesilir. Suyun ticarileştirilmesi, köylünün tarlasını sulayamamasına, işçinin musluğundan akan suyun güvenli olmamasına neden olur. Sermaye, “kalkınma” yalanıyla suyu gasp ederken bize susuz bir gelecek bırakır.

 

Oysa su hakkı tüm halkın ortak hakkıdır. Bu nedenle su kaynaklarının kamusal mülkiyette kalması, maden projelerinin su havzalarından uzak tutulması, ÇED süreçlerinin halkın denetimine açılması ve ekolojik tahribat yaratan tüm maden projelerinin derhal durdurulması mücadelemizin temel talepleridir.

 

Biz Tarım Orkam-Sen Ekoloji Kadın Grubu olarak; köylüler, çevre örgütleri ve emekçiler olarak; sermayenin suyumuzu kirletmesine, doğayı yok etmesine ve geleceğimizi çalmasına izin vermeyeceğiz.

 

Suyu savunmak, emeği savunmaktır.

Suyu savunmak, yaşamı savunmaktır.

 

                                                           Tarım Orkam-Sen Ekoloji Kadın Grubu