Her yıl 22 Mayıs’ta kutlanan “Dünya
Biyoçeşitlilik Günü”, yalnızca doğanın zenginliğini değil, aynı zamanda
insanlıkla kurduğu karmaşık ilişkiyi ve bu ilişkinin sosyal yapılar üzerindeki
etkisini de gündeme getirir. Biyoçeşitlilik, sadece türlerin sayısıyla değil,
yaşamın sürekliliği, ekosistemlerin dengesi ve toplumların var oluş
koşullarıyla da ilgilidir. Bu bağlamda konuya sosyolojik ve ekolojik bir
perspektiften bakmak, meseleyi daha derinlemesine anlamamıza olanak tanır.
Ekolojik krizlerin temelinde,
insanın doğayla olan dengesiz ve sömürüye dayalı ilişkisi vardır. Sanayi
devriminden bu yana hızla gelişen kapitalist üretim modeli, doğayı bir kaynak
deposu olarak görmüş ve sürekli büyüme adına ormanları yok etmiş, nehirleri
kirletmiş, canlı türlerini yok oluşa sürüklemiştir. Bu yaklaşım, yalnızca
ekolojik dengenin değil, aynı zamanda biyoçeşitliliğin de çöküşünü
hızlandırmıştır.
Bugün dünya üzerindeki türlerin
yok oluş hızı, doğal seleksiyonun çok ötesinde, insan eliyle tetiklenen bir
altıncı kitlesel yok oluş sürecine işaret etmektedir. Bu süreç, sadece doğayı
değil, insan toplumlarını da doğrudan tehdit etmektedir.
Biyoçeşitlilik ve Toplumsal
Eşitsizlik ; Biyoçeşitlilik kaybı, yalnızca doğayı değil, toplumların
sosyo-ekonomik yapısını da sarsar. Gelişmekte olan ülkelerde yaşayan kırsal ve
yerli topluluklar, geçimlerini doğrudan doğadan sağladıkları için bu krizden en
fazla etkilenen gruplardır. Endüstriyel tarım, madencilik, enerji projeleri, ormanların
ticarileştirilmesi, denizlerde,
göllerde ve nehirlerde süren kontrolsüz avlanma gibi uygulamalar, bu toplulukların yaşam
alanlarını gasp etmekte ve onların geleneksel bilgi birikimlerini yok
etmektedir.
Ayrıca biyoçeşitliliğin metalaştırılması (örneğin genetik
kaynakların biyoteknoloji şirketleri tarafından patentlenmesi) bilgi ve doğa
üzerinde yeni bir mülkiyet rejimi yaratır. Bu durum, doğayı ortak miras olarak
gören anlayışla doğrudan çelişir.
Doğayı piyasa ilişkilerinden
arındırmayı ve insan ile doğa arasında eşitlikçi, kolektif ve sürdürülebilir
bir ilişki kurmak sosyal adaleti de beraberinde getirir. Marksist ekoloji,
insanın doğayla ilişkisinin bir üretim ilişkisi olduğunu vurgular. Kapitalizmin
kar odaklı yapısı bu ilişkiyi tahrip ederken, toplumun doğa ile insan arasında
uyumlu bir üretim ilişkisi kurulabilir.
Toplum adalet düşünüldüğün de
biyoçeşitliliğin korunmasını sadece çevresel bir mesele değil, aynı zamanda
sınıfsal ve yapısal bir sorun olarak ele alır. Bu yüzden çözüm önerileri; yerel
halkın, işçilerin ve köylülerin doğayla kurduğu bağın tanınması, ekolojik
planlamanın halk katılımıyla yapılması ve doğanın sömürüsüne dayalı üretim
biçimlerinin dönüştürülmesini içerir.
Dünya Biyoçeşitlilik Günü, doğayı
kutlamaktan öte, bir mücadele çağrısıdır. Bu mücadele, yalnızca çevre
aktivistlerinin değil; sosyologların, işçilerin, köylülerin, kadınların ve
gençlerin de ortak meselesidir. Çünkü biyoçeşitliliğin yok oluşu, hem gezegenin
canlılığını hem de toplumsal yaşamın sürdürülebilirliğini tehdit eder.
Biyoçeşitliliği korumak; doğayı
piyasanın elinden kurtarmak, toplumsal adaleti sağlamak ve yeni bir yaşam
biçimini, yani ekososyalist bir geleceği inşa etmekle mümkündür.
Unutulmamalı: Doğayı savunmak, yaşamı savunmaktır.