6 Şubat 2023’te Kahramanmaraş
merkezli depremler, yalnızca yapıların değil; bir toplumun, doğanın, tarihsel
belleğin ve müşterek yaşam alanlarının da yıkımıydı. Deprem, yalnızca doğal bir
afet değil; sermaye birikiminin doğa ve emek üzerinde kurduğu tahakkümün en
çıplak tezahürü olarak yaşandı.
Bu büyük felaketin ardından
ortaya çıkan tablo, yıllardır sürdürülen yanlış kentleşme politikalarının,
denetimsiz yapılaşmanın, imar aflarının ve kamucu denetimden uzak piyasa
merkezli inşaat anlayışının sonucu olarak toplumun önüne serildi. Ne yazık ki,
yaşanan yıkımın nedenlerine dair derinlemesine bir yüzleşme olmadan, rant
odaklı yeniden inşa faaliyetleri hızla devreye sokuldu. Bu plansızlık, sadece
barınma krizini derinleştirmekle kalmadı; aynı zamanda ekosistemi, yerel tarım
alanlarını ve sosyal dokuyu da telafisi zor biçimde tahrip etti.
Kapitalist kent
politikalarının doğal sonucu olan bu yıkım, halkın en temel yaşam haklarına (sağlık,
barınma, eğitim, temiz çevre vb…) erişimini imkânsız hale getirdi. İktidar,
yaşanan acıdan bile çıkar sağlama yoluna giderken, halkın talepleri yok
sayıldı. Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) ve ilgili meslek
örgütlerinin bilimsel önerileri hiçe sayıldı; yapı denetimi, kamusal hizmet
olmaktan çıkarılıp ticari bir faaliyete dönüştürüldü.
Depremin ardından başlayan
moloz kaldırma ve enkaz yönetim süreçleri, doğa katliamına dönüştü. Tarım
arazilerine, nehir kenarlarına ve meralara dökülen molozlar; yalnızca toprağı
değil, suyu, havayı ve tüm canlı yaşamını da zehirlemeye başladı. Asbest, ağır
metaller ve diğer toksik maddeler halk sağlığını tehdit ederken, bu süreçte uzmanların
ve halkın uyarılarına kulak verilmedi. Ekolojik denge bilinçli bir şekilde yok
sayıldı.
Bu durum, sadece bir doğa
talanı değil, aynı zamanda bir sosyo-politik mühendislik girişimidir. Zorunlu
göçler, mülksüzleştirme politikaları, demografik yapının değiştirilmesi,
kültürel ve inançsal çeşitliliğin bastırılması; halkların köklerinden koparılmasıdır.
Devletin, özel mülkiyete ve halkın tapulu arazilerine keyfi kamulaştırma
yoluyla el koyması; bu toprakların kadim sahiplerini dışlayarak yeni sermaye
ilişkilerine alan açma çabasıdır.
Samandağ, Mağaracık, Hıdırbey
gibi çok kültürlü, çok inançlı yerleşimlerde halkın bilgisi dışında
gerçekleştirilen acele kamulaştırmalar ve iş makinalarıyla doğrudan tarım
arazilerine müdahale edilmesi; yalnızca ağaçların, zeytinliklerin değil, halkın
hafızasının ve üretim kültürünün de sökülmesi anlamına gelmektedir. Çiçek
açmış limon ağaçlarının, zeytinliklerin, defne ormanlarının yerini
beton bloklar almakta; doğa ve yaşam yerine sermaye yeniden inşa edilmektedir.
Bugün yaşanan her gelişme,
kapitalist kentsel dönüşüm politikalarının bir sonucu olduğu kadar; halktan,
doğadan, yaşamdan yana olmayan merkezi karar alma süreçlerinin ürünüdür.
Demokratik olmayan bu süreçler, halkın iradesini yok saymakta; halktan kopuk
planlamalarla geri dönülmez sosyal ve ekolojik yıkımlar üretmektedir.
Ekoloji hareketleri, meslek
örgütleri, emek ve kadın mücadeleleri, yerel halklar, başka bir yaşamın mümkün
olduğunu biliyoruz. Yaşam alanlarımızı savunmak, doğayı korumak, halkın
kolektif iradesini esas alan yerel yönetim modellerini inşa etmek bizim
ellerimizde. Demokratik-ekolojik toplum tahayyülünü birlikte büyütmek; evden
mahalleye, köyden kente, suyun aktığı her yerde yaşamın sesini çoğaltmak
zorundayız.
Bugün Hatay’da, Adıyaman’da,
Malatya’da, Maraş’ta, Antep’te yaşananlar yalnızca bölgesel bir sorun değil;
ülke genelinde yaşamın metalaştırılmasına karşı direnen herkesin ortak
mücadelesidir. Çünkü; doğanın bize değil, bizim doğaya ihtiyacımız var, doğanın
bizden beklentisi, onunla birlikte yaşayan tüm canlıların hakkını
savunmamızdır.
Bir gencin söylediği gibi: “Bizim
ilkemiz; suçu olmayan herkesle dayanışmayı örmek, onlarınkisi ise rant ve kar.”
İşte bu nedenle, bizler de doğayla, emekle, halklarla dayanışarak yeni bir
toplumsallık, kamucu ve ekolojik bir yaşam kurmakla yükümlüyüz.
Tarım
Orkam-Sen Kadın Ekoloji Grubu