image

Dün ilan edilen 2026 yılı asgari ücreti, bir "ücret" değil, işçi sınıfına ve dar gelirliye yönelik açık bir açlık dayatmasıdır. Emekçiye reva görülen bu rakam, en temel beslenme ihtiyacını dahi karşılamaktan uzaktır. Bu bir hesap hatası ya da kaynak yetersizliği değil; sermaye sınıfının kârını büyütmek için emekçiyi ve üreticiyi birlikte yoksullaştıran bilinçli bir sınıf politikasıdır.

Açlık sınırı; dört kişilik bir ailenin sağlıklı bir yaşam sürdürebilmeleri için gerekli minimum besin ihtiyacının parasal karşılığını ifade eder. Asgari ücretin bu sınırın altında kalması, milyonlarca emekçinin barınma, sağlık, giyim ve ısınma gibi en temel haklarından feragat etmesi, yani yaşamdan koparılması demektir.

Bu tablonun en ağır faturası ise çocuklarımıza kesilmektedir. Sağlıklı gıdaya erişimin lüks haline geldiği bu koşullarda; protein, vitamin ve minerallerden mahrum bırakılan bir neslin fiziksel ve zihinsel gelişimi açıkça tehdit altındadır. Okula beslenme çantası boş giden, süt ve yumurta gibi temel besinlere ulaşamayan çocuklarda gelişim bozukluğu, kansızlık ve öğrenme güçlüğü gibi geri döndürülemez gelişimsel sorunlar kapıdadır. Tam da bu yakıcı tabloda; ayrım gözetmeksizin tüm devlet okullarında her öğrenciye bir öğün ücretsiz, sağlıklı yemek ve temiz içilebilir su sağlanması bir seçenek değil, sosyal devletin en acil kamusal sorumluluğudur. Çocuklarımızın yetersiz beslenme ve sağlıklı gıdaya erişim sorununu görmezden gelip bu insani talebe kulak tıkayanlar, yaşanan toplumsal yıkımın doğrudan sorumlusudur. Eğitimde fırsat eşitliği söylemlerinin havada kaldığı bu düzende; bir yanda lüks içinde yaşayan azınlığın çocukları, diğer yanda ise sağlıklı bir gelişim hakkı elinden alınan milyonlarca emekçi çocuğu bulunmaktadır. Bu bir kader değil; bir neslin sağlığının ve geleceğinin sermaye kârı uğruna kurban edilmesidir.

Tüm bu kuşatmanın ortasında, zam fırtınasının hız kesmeden sürdüğü bir süreçte, sahte enflasyon rakamlarıyla halkın alım gücü eritilirken; emekçinin alın terine yalnızca sermaye değil, iktidar da el koymuştur. Asgari ücretin açlık sınırının altında bırakılması; bu ülkede emekçilere “yaşayın” değil, “hayatta kalmaya çalışın” demektir. Ortada bir “mutabakat” yoktur! Bu rakam işçinin, emekçinin ya da sendikaların değil; iktidarın ve patronların el sıkıştığı bir yıkım sözleşmesidir. Bugün tanık olduğumuz şey, modern zamanların en kitlesel sömürü biçimi ve sistematik bir gasptır.

Açlık, sermaye düzeni için sadece bir sonuç değil, bir yönetim tekniğidir. Düşük ücret politikası yalnızca cebimizi değil, bedenimizi ve geleceğimizi de hedef almaktadır. Et, süt, yumurta ve taze sebze gibi temel gıdalar işçi sınıfının sofrasından sistematik olarak çalınırken; yerine ucuz, niteliksiz ve sanayi artığı gıdalar dayatılmaktadır. Bu tablo, emeği sadece ekonomik olarak değil, fiziksel olarak da çökertmeyi hedefleyen planlı bir biyolojik yoksullaştırma politikasıdır.

Yetersiz beslenen bir işçi:

      Daha çabuk hastalanır,

      Daha erken yıpranır,

      Daha kolay itaat eder.

Sermaye düzeninin yürüttüğü sınıf savaşı, bugün tarım alanında da en vahşi haliyle sürmektedir. Bu bozuk düzen; sadece fabrikadaki işçiyi değil, tarladaki küçük köylüyü ve üreticiyi de açıkça tasfiye etmektedir. Gübre, yem, mazot ve tohum gibi temel girdilerin fiyatları uluslararası tekeller tarafından belirlenirken; çiftçinin binbir emekle yetiştirdiği ürünün fiyatı, yoksullaştırılan halkın düşürülen alım gücü bahanesiyle baskılanmaktadır.

Böylece üretici pahalıya üretip ucuza satmaya zorlanırken, emekçi ise açlık sınırının altındaki ücretiyle her geçen gün fiyatı yükselen gıdaya ulaşmaya çalışmaktadır. Bu derin çelişki; tarımın planlı bir şekilde çökertilmesi ve gıda egemenliğinin dev şirketlere devredilmesi anlamına gelir. Yaşadığımız tablo ekonomik kriz değil, sistemli bir yağmadır. Çok net görüyoruz ki; soframızdaki ekmek ile toprağımızdaki tohum, aynı sermaye kuşatmasının hedefidir.

Bugün yaşadığımız şey, emeğin ucuzlatılmasıyla toprağın ve gıdanın sermayeye teslim edilmesinin, aynı politikanın iki yüzü olmasıdır. Topraksızlaştırma, köylüsüzleştirme, gıdasızlaştırma ve güvencesizleştirme bir bütün olarak yürütülmektedir.

Bu nedenle açlık ücreti, sadece bir ücret sorunu değil;

      Tarımın,

      Halk sağlığının,

      Gıda güvenirliğinin,

      Ve sınıf onurunun gaspıdır.

Bizler, toprağın ve emeğin savunucusu Tarım Orkam-Sen olarak ilan ediyoruz:

  • Asgari ücret; sadece açlık sınırının değil, bir ailenin onuruyla yaşayabileceği yoksulluk sınırının üzerine derhal çıkarılmalıdır!
  • Gıda sistemi piyasanın vahşi insafına değil; kamusal planlamaya, halkın sağlığına ve temel ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmelidir!
  • Tarımsal üretim, dev şirketlerin tahakkümünden kurtarılmalı; küçük üretici ve köylü, kamusal kaynaklarla doğrudan desteklenmelidir!
  • Halkın sofrasında sermayenin kar hırsı ve "piyasa hakkı" değil; üretenin ve emekçinin doğuştan gelen hakkı hakim olmalıdır!

Çünkü açlık bir kader değil; bu sömürü düzeninin bilinçli bir tercihidir. Bizler biliyoruz ki bu karanlık tablo, ancak ve ancak omuz omuza verilecek bir sınıf mücadelesiyle ortadan kaldırılacaktır.

Bu kavgada; sermayenin ve sermaye odaklı politikaların değil; toprağı işleyenlerin, alın teri dökenlerin ve değer üretenlerin sözü geçerli olacaktır!